İLKEL DİNLER
 
İlkel Dinler
Dinlerin özü sayılan kutsal fikrinin kök ve kaynağı hakkında 4 teori vardır: Ruhçuluk (animisme), Tabiatçılık (naturisme), Totemcilik (totemisme) ve Vahiycilik (Revelationisme). İlk üç sistem üç ilkel dini karşılar. Dördüncüsü evrensel ve göksel dinlerin ayırt edici niteliğidir. Bu sonuncusu kelam (theologie) konusu olduğundan incelenmesi oraya düşer. İlk üç teori dinler tarihinin konusudur. Fakat kök ve sebeplerinin araştırılması aynı zamanda din sosyolojisini ilgilendirir. Her üçü de ilkel din kadrosu içinde olmakla beraber bunlardan hangisinin daha eski olduğu sosyologları düşündürmüştür. Bu araştırmaya başlamadan önce en ilkel dinden ne anlaşıldığını belirtmek yerinde olur. En ilkel dine yalınçlık bakımından en aşağı basamakta yer alan bir toplumda rastlanır. Böyle bir dinin başka bir niteliği de kendinden önceki bir dinin tarifine başvurulmadan açıklanabilmesidir. Bu kısa ön sözden sonra sırasıyla ruhçuluk, tabiatçılık ve totemciliği inceleyelim.
A) RUHÇULUK (Animisme)
Ruhçuluk teorisine göre kutsal fikrinin esası, insanlardan tabiat ve eşyaya aktarılan eş (ruh)'tur. İyi ve kötü ruhlar vardır. iyilerin yardımını sağlamak ve kötülerden korunmak için dua etmek, törenler yapmak, adaklar adamak gerekir. İnanç tören ve tapınmaların bir bütünü olan dinlerin böylelikle doğdukları ileri sürülmektedir.

Terimin, felsefe, sosyoloji ve dinler tarihindeki anlamları başka başkadır. Felsefede animizm, ruhu, hayatın başlangıcı sayan bir sistemi gösterir.

Sosyolojide ruhçuluk, toplumun, insan iradesine benzeyen ruhların iradeleriyle yönetildiğini benimseyen sistemdir. Dinler tarihinde Ruhçuluk ilkel bir din olarak ele alınır. Bununla, dinler tarihi bilgilerinden Edward Burnette Tylor etraflıca uğraşmıştır. Bu yazara göre animizm ilkel kavimlerin en eski dinidir. Ölüm ve rüya olayları, ilkel insanda ruh fikrini doğurmuştur. İlkel insanlar kendilerinde gövdeden ayrı bir başlangıcın varlığını fark etmişlerdir. Can çekişen bir insanda ölümü gösteren belirti soluğun kesilmesi olduğundan ilkel insan, ruhun gövdeden ayrı soluk, hava ve benzeri türden bir şey olduğu kanısına varmıştır. Bugün bir inançta Amerika, Avustralya ve Afrika'nın bir çok bölgelerinde sayısı milyonları aşan insan vardır.

İlkel insanların ruhu beden dışında tasavvur ettikleri doğru ise buna vermekte oldukları anlam başka başkadır.

Mesela bazıları ruhları yiyen, içen ara sıra gövdeden ayrılarak uçan, avlanan, uçtuklarında insanlara duyuracak derecede ses çıkaran varlıklar olarak anlarlar. Bazları da yine aynı niteliklerde olmakla beraber bunların akışkan bir şey olduklarına inanırlar. Başkaları da gölgenin insanın yanında yürümesi, insan hayalinin duru suda görülmesi, sesin aksetmesi ve benzeri olaylara bakarak ruhu hafif buğu türünden bir şey olarak tasavvur ederler. Fakat genel olarak ilkel insanların ruhu son derece inc bir madde olarak tasarlandıkları her dilde buna verilen adlardan anlaşılmaktadır. Fransızca ruh anlamındaki (esprit) kelimesi Latincede solunmak anlamına gelen (Spiritus) sözünden gelmektedir. İngilizcede aynı anlamda (Soul) veya (Spirit) sözü kullanılır. Eski Yunanda Psukhe Sanskritçede ruh anlamına gelen (Atman) kelimesi aynı zamanda rüzgar, hava, nefes demektir. Farsçadaki (revan) sözü bu anlamda kullanılır ki bu da yürümekle ve rüzgarla ilgilidir. Arapça'daki ruh kelimesinin rüzgar anlamındaki (riyh) koku anlamındaki rahiyadan geldiği herkesçe bilinmektedir. İbrani dilinde nefes sözü de yine solumak anlamındadır. İnsanlık alemi hayatın sonu olan ölüm olayını soluğun kesilmesi şeklinde görerek ruhu hava gibi bir şey sanmıştı. Rüya olayı karşısında da ruh bağımsız ve duyularla farkına varılmayan bir cevher sanılmıştı. Ölüm, olayı ruhun bir soluk, rüya ise bu ruhun gövdeden ayrı bir cevher olduğu kanısını vermiştir. Bu duruma göre ruhun iki niteliği ortaya çıkmış demektir. bu da ruhun soluk veya nesef oluşu ve gövdeden ayrı bir cevherden meydana gelişidir.

Bu konu ile başta Tylor olmak üzere Dawson, Roth, Parker, Strehlow gibi bilginler uğraşmışlardır.

İlkel kavimlere göre düş, eşlerin geçici olarak gövdeden ayrılıp başıboş dolaşması, ölüm ise bu eşin sonsuz olarak gövdede ayrılmasıdır. Hayalet, cadı, hortlak masalları kaynaklarını buradan almışlardır. Tylor, filozof Hume'nin ortaya attığı iyi ruhlar (ervahı tayyibe-Esprits bienveillants) kötü ruhlar (ervahı habise-leseprist hostiles) tasnifinden yararlanmıştır.

İlkel toplumlar ata ruhlarını iyi ruhlardan sayarak onlardan yardım dilemişler; nedeni bilinmeyen çıldırma, delirme ve çarpılma gibi durumları kötü ruhların varlığına yormuşlardır. Bunun bir sonucu olmak üzere ilkel toplumlardaki Atalara Tapınma (Cute des Abcetres) fetişizm, büyücülük, cincilik, bakıcılık gibi inançların animizmden doğmuş olduğu ileri sürülebilir. İlkel insanlara göre ruh ile ervah birbirinden ayrıdır. Ruh gövdeye bağlıdır. Ruhların bulunduğu yer gövde olmakla beraber istediği zaman gövdeden ayrılan ruhlar geçirdikleri değişiklik dolayısıyla ervah olmuşlardır. Ölen bir kimsenin ruhu bir ervaha karışarak insan toplumlarından ayrı bir ruhlar alemi meydana gelmiştir. Bu konudaki fikirlerin incelenmesiyle şöyle bir durum ortaya çıkar: Ervah insanların arasına karışarak ya onları nezih, kibar, şanslı yapar yahut deli, nöbetli, saralı, çarpık hasta eder. Bundan dolayı insana benzetilen ruhların öfkesini gidermek üzere adaklar adanır, kurbanlar kesilir ve dini törenler yapılırdı. Davranışlarına göre ruhların kimisine iyi kimisine kötü denmiş ve sonunda iyiler tanrılara, kötüler ise şeytan ve cinlere dönmüştür. Tylor bu açıklama ile ilk dinin animizm olduğu sonucuna varmıştır. Bu yazara göre ilk törenler, cenaze törenleri, ilk adaklar ölülere sunulan yiyecekler ve ilk tapınaklar ise ataların mezar başı olmuştur. Tylor'a göre din, atalara tapınma ile başlamış ve tabiata tapınma yoluna gitmiştir. İnsanlardaki ruhu veya benzerinin hayvan, bitki ve cansızlarda olduğu sanılmış ve bunların öfkelerini gidermek için gerçek anlamı yakınlık olan kurbanlar (Kurbiyet'ten gelir) kesilmiş, törenler yapılmış ve adaklar adanmıştır. O halde natürizm diye bilinen tabiata tapınma animizmin bir devamı ve ikinci bir aşaması olmuştur.

Herbert Spencer, Tylor nazariyesinde atalara tapınma kısmını kabul etmiş, fakat tabiata tapınmanın atalara tapınmadan daha ileri bir şekil olduğunu reddetmiş.

B) TABİATÇILIK (Naturisme ou animatisme)
Bu teori, kısaca fizik çevrede rastlanan kuvvet ve varlıkların kişileştirilme ve tanrılaştırılması demektir. insanlar gök gürültüsü, yanardağ, yıldırım, fırtına, kasırga, ay, yıldız, karanlık, güneş, güneş tutulması, ateş, deniz ve ırmak gibi büyük tabiat olayları karşısında hayret, korku ve saygı duymuşlar ve onlara tapınmağa başlamışlar. Tabiatçılığa göre din buradan çıkmıştır.

Natürizme tabiat dini diyenler de vardır. eskiler natürizm ile natuealizmi birbirinden ayırt etmek için Natürizme Teb'aniye, Natüralizme tabiiye demişlerdir. Sosyolojide naturizmö dinin kaynağını tabii kuvvet ve varlıkları tanrılaştırmada bulan bir sistemin adıdır. Teori, Hindin kutsal kitabı olan Vedaların (Las Vegas) bulunması sonunda olağanüstü bir önem kazanmıştır. Bu öğreti son devirlerde Max Müller tarafından düzgün bir sistem haline getirilmiştir. Durkheim'in pek çok hırpaladığı bu nazariyenin esası şöyledir:

İlk olarak dünyayı görmeğe başlayan insanoğlunun gözünü Kamaştıran, dikkatini çeken ve onu hayrette bırakan şey tabiat olayları olmuştur. Tabiat, ilkel insanı gözünde en büyük bir yaşama etkeni, en güçlü bir dehşet nedeni ve sonsuz harikalar alemi olarak görülmüştür. Tabiatın gözlere sunduğu çeşitli görünüşler ruhlarda çabucak din fikrini uyandırmış, böylece natürizm denilen inanç sistemi doğmuştur. İnsanların olağanüstü olaylarla dolu olan bu alemdeki varlıkları tabii karşılaması için uzun yıllar geçmiş ve sonunda insanoğlu tekrarlanan bu tabii olayları önceden görebilmek sırrına ermiştir. Max Müller bu nazariyesini Hind'in Vedalarından çıkarmıştır. Vedalar, Hindi-Avrupai bir dille yazılmıştı. Burada tanrı adları tabiat güçlerini gösteriyordu. Örneğin en önemli tanrılardan birinin adı Agni'dir. Agni, ateş demektir. hindi-Avrupai dillerde bunun karşılığı vardır. latince'de İhniş, İngilizcede İgnition türevleri Agni ile ilgilidir. Bu ise Max Müller nazariyesini doğrulamaktadır. Bunun gibi Sanskrit dilince parlak gök anlamında olan Dyaus, Yunanca'ya Zeus, Latinceye Jovis, İtalyanca'ya Dio, Fransızca'ya Dieu, İspanyolca'ya Dios olarak geçmişti. Bu nazariyeden yana olanlara göre ilk tanrıların tabiata ve tabiat güçlerine bağlı bulunması, ilk dinlerin tabiatçılık olduğunu gösterir. Söz, dirin hem dış kalıbı hem de onun iç çemberidir. Bu bakımdan denilebilir ki kelimeler yardımıyla fikirler doğmuştur. Az sonra tabiat güçleri insanlara benzetilmiş kişiselleştirilmiş ve böylece maddi aleme bir de ruhi alem eklenmiştir. Bu görüşe, Emile Durkheim takışmıştır. En son buluşlara gör ne natürizm ne de animizm en eski ve en ilkel bir din olarak alınamaz. Fakat işin gerçek yönü her ikisinin de insanlık inançlarını yöneten ilkel dinlerden olmasıdır.

C) TOTEMCİLİK (Totemisme)
Totem bazı ilkel kılanların atası sayılan ve bu sıfatla kutsal tanınan hayvan, bitki ve cansıza verilen bir addır. Kelimenin Kuzey Amerika'daki Algonkin (Algonquins) kabilesinden alındığını bir çok yazarlar söylemişlerse de Prof Hz. Ülken bunun Arunta kabilelerinden Ojivayların kendi kılanlarına verdikleri ad olduğunu ve terim olarak bütün bu türlü amblemler için kullanıldığını bildirmektedir. Bazıları asıl deyimin Otam olduğunu, ileri sürerler. Reinach'a göre otam veya totem yukarıda sözü geçen kabilenin dilinde belirti, (alamet) veya işaret demektir. etnografyanın en ilkel topluluk olmak üzere gösterdiği ilk örnek klandır. Klan üyeleri, kendilerinin bir hayvan veya bitkiden geldiklerini zanneder ve o hayvan veya bitkiyi kutsal sayarlardır. Toplumların en ilkel şekli olan klanın din ve toplum teşkilatına kısaca totemizm denir.

Totemizmde ayırt edici nitelikler, üyelerin ana tarafından akraba olmaları, dış evlenme, totem inanı, mantık öncesi zihniyet ortaklaşa mülkiyet ve parazit ekonomi olarak özetlenir. Bir klanda herkes birbirinin akrabasıdır. Bu akrabalık kandaşlığa dayanırsa da bu gerçek değil, saymacıdır. Diğer bir nitelikte her klanın taşıdığı ad, o klanın sıkıca ilgili bulunduğu eşya, bitki ve hayvandan birisinin adı olmasıdır. Klan üyeleri ile bu eşya, bitki veya hayvan arasında bir akrabalık varsayılır.

Klanın totemi üyelerden her birinin totemidir. Klan büyük çapta bir aile sayılabilir. Burada inceleme konusu ikidir: Biri, bu en küçük toplumun, toplumsal, öteki ise dini durumudur. Fakat bu iki hal birbirinden ayırt edilemeyeceğinden her ikisi de bir arada incelemek yerinde olur.

Klan üyeleri kendilerinin bir totemden geldiklerine inanırlar. Bu ise her klanın totemini kutsal saymasının bir sonucudur. Totem kadar klan üyeleri de kutsal sayıldığından bunların birbirleri ile evlenmeleri yasaktır. Bundan dolayı dış evlenme kuralı klanın temelli bir niteliğidir. Totem yenmez; çünkü kutsaldır. Totem, totemin tasviri olan şuringa ve klan üyeleri (her üçü de) kutsaldır. Şuringa (Churinga), totemin taş veya tahta parçalarından yapılmış bir sembolüdür ve kutsaldır. Klan üyeleri de kutsaldır. Durkheim, bütün dinlerin totemizmden çıktığını iddia etmekte ve bu dinlerde totem yerine tanrıyı koyunca yeni dinler için bir açıklama şekli bulunacağını ileri sürmektedir.

Totemizm etrafında toplanan insanlar, eylem ve eşyayı kutsal ve kutsal dışı diye ikiye ayırır. Bu ise totemizmdir, bir din olduğunda hiçbir şüphe bırakmaz. İddia edildiğine göre totemizm bugün bilinen dinlerin en ilkel şeklidir. Nasıl klan ilkel bir toplum şekli ise, totemizm de buna bağlı ilkel bir dindir. Totemi olmayan kılan yoktur, nerede kılan varsa orada totemcilik vardır. dış evlenme dolayısıyla kılan teşkilatı iki kılanın varlığını gerektirir.

Başta Durkheim olmak üzere bir çok bilginler totemizm hakkında nazariyeler kurmuşlardır. Durkheim'ı bir yana bırakırsak bunlar totemizmi en ilkel din olarak kabul etmezler.

Totemizm sanıldığı gibi hayvana tapma değildir. Totem hayvanı, tapınılan tek bir varlık değildir. Kılan üyeleri de totem kadar kutsaldır. Totemizm bitkiye tapma da değildir. Totemizm biri kişiye ötekisi kılana bağlı olmak üzere iki türlüdür. Kişisel totemizm totem dininin ferdi bir görünüşüdür. Totemizmin ilki, kişisel totemizm olup kılana bağlı totemizm bundan çıkmıştır. Bu duruma göre din ferdin vicdanından doğmuş demektir. kılana bağlı totem ise ortaklaşa bir totemdir. Kılan totemi, gerçekte yavaş yavaş genelleşmiş kişisel totemden başka bir şey değildir. Frazer, totemizmi bir sihirler dizisi olarak görür. Bu görüş yanlıştır. Çünkü totemizmde kutsal ile kutsal-dışı ayrımı vardır. bu ayrımı yapan sistem ise bir dindir. Burada kutsal olan totem denilen nesne, hayvan veya bitki değil, fakat bunlarda gizli olduğu sanılan mana gücüdür. Buna siukslar Vakan, Urukvalılar ve Malenazyalılar mana adını verirler. Türkler buna Kut, Ziya Gökalp ise Altın Işık demektedir. Bu güç, kişisel değil ölümsüzdür. Yani kendinde mana gücü olan bitki ya da hayvan yok olduktan sonra da mana devam eder. Totem birbirinden farklı iki şeyi gösterir. Bir kere mana, totem, mabut veya hayat prensibi denilen şeyin duyulara çarpan dış görünüşüdür. Öte yandan kılanın bir sembolüdür. Totem, bir kılanı ötekinden ayırt etmeye yarayan bir belirtidir.

Devrinin en büyük sosyologu olan Durkheim, bütün varlıkları kutsal, kutsal-dışı diye ikiye ayırmıştır. Tanrı ve ona bağlı olan her şey kutsaldır. Bunun dışında kalan kutsal değildir. Bu duruma göre dinin temel şartı, kutsal dışı olanların kutsal olanlara yaklaşmasını yasak etmektir. Tapınmanın iç yüzü ise kutsal olmayan (Zenim) insanın kutsal olan tanrıya yaklaşmasıdır. Bu sebepten ibadetin yapılabilmesi için yaratığın yaratana yaklaşması gerekir; bu ise ibadet edecek kimsenin kişisel duygudan kurtulması ile mümkündür. Çünkü ibadet eden kimse içten ve dıştan temizlenerek kutsallaşmalıdır ki aslında kutsal olan Tanrı'ya yaklaşabilsin. Bu sebeple Durkheim, ibadeti iki devreye ayırmaktadır.
Din, insanın kutsal saydığı gerçeklikle ilişkisi; bu ilişkinin çerçevesini oluşturan inançlar, öğretiler, diğer yargıları,m davranış kuralları, tapınma biçimleri, ve kuramsal yapılar. Dinlerin temelini kutsal gerçekliğin olağanüstü ya da kişileşmiş bir varlığın “tanrı” biçimde tasarımlanması zorunlu değildir; bütün bir “tanrı” kavramını bütünüyle ya da büyük ölçüde dışlayan dinler de vardır.

Dinlerin Temel Amacı
Dünyayı açıklamak değil, somut yaşantılardan esinlenerek dünyaya anlam kazandırmak, insanın çevreyle baş edebilmesini, kendi var oluşunu omuzlayabilmesini, başkalarıyla birlikte yaşayabilmesini sağlamaktır.

Dinin Kökeni
Dinlerin gelişmesini açıklama çabası İlkçağ düşünürleriyle başladı. Sofist filozof Keoslu Kritos'a göre din, insanları ahlak ve adalete yöneltebilmek için onları korkutmak amacıyla uydurulmuştu. Politeia (Devlet, 1942, 1946) adlı yapıtında, yönetenlerin yönetilenlere devlet yararına bazı “güzel yalanlar” söylemesini gerekli sayan Platon da bir bakıma bu açıklamadan esinlenmişti. Sonraki Yunan düşünürleri arsında Euhomeros (İ.Ö 330 y. 260) tanrıların, tanrılaştırılmış birer insan olduğu yönündeki öğretisiyle özellikle çok tanrılı dinlerin yorumlanmasında uzun sürecek bir etki uyandırdı. Putperestliği açıklamaya çalışan Kilise Babaları, Euhomeros'un görüşlerinden büyük ölçüde yararlandı.

Felsefi düşünceye tekrarlayıcı dinlerin egemen olduğu ortaçağda ise çoktanrılı dinleri insanın Tanrı'ya başkaldırarak kendi özündeki tektanrıcı inançtan uzaklaşmasıyla açıklayan yaklaşım sürüldü. Ama bütün insanların, tanrı bilgisine us aracılığıyla ulaşma yetisini doğuştan taşıdığı yönündeki öğreti, öteki dinlerde de bir doğruluk payı olabileceği düşüncesini giderek olgunlaştırdı. Böylece Rönesans ile birlikte dinleri karşılaştırmalı yöntemlerle inceleme doğrultusunda gelişen eğitimde temelleri atılmış oldu.

Yeni çağda dinleri evrimci bir bakış açısıyla açıklamaya yönelik ilk önemli girişimlerden biri Giambattista Vico'dan (1668-1774) geldi. Vico'ya göre Eski Yunan dini önde doğanın, sonra insanın denetlemeyi başardığı güçlerin (Örn: ateş ve ürün) ardından kurumların (evlilik) tanrılaştırıldığı aşamalardan geçmişti. 18. yüzyılda deneyci düşünür David Hume insanlık tarihinin başlangıcında yer alan çoktan tanrıcılık, doğal olayları saf bir antropomorfizmle açıklama çabasının ürünü olduğunu savundu. Özellikle tanrıların öfkesini yatıştırmaya yönelik tapınma biçimleri tek, sonsuz bir tanrısal varlığın yüceltilmesine yol açmıştı. Voltaire ve Denis gibi aydınlanma dönemi düşünürleri, putperestliğe ve dogmacı Hıristiyanlığa karşı çıkarken toplum düzenini sürdürmek için gene de bir “Tanrı”nın bir “doğal din”in varlığını zorunlu görmüşlerdir. Onlara göre çok tanrılı dinleri yaratan rahiplerdir.

19. yüzyılda dinleri antropolojik ve arkeolojik verilere dayanarak incelemeye girişen ilk bilim adamlarından John Lubback'ın (1834-1913) önerdiği evrim şemasına göre de insanlık tarihinin başlangıcında ateizm yer alıyordu; bu bile ilk aşamayı sırasıyla fetişizm, doğaya tapınma ve totemcilik, Şamanizm, antropomorfizm, tek tanrı inancı ve son olarak da etik tek tanrıcılık izlemişti. Çağdaş antropolojinin kurucularından sayılan İngiliz etnolog Edward B. Taylor ise en eski ve en temel di biçiminin animizm olduğunu savunuyordu, bu temelde fetişizm, cinlere inanma ve çok tanrıcılık gelişmişti. Tylor'a göre tek tanrıcılık, çok tanrıcı bir çerçeve içinde, örneğin gök-tanrı gibi büyük bir tanrının yönetilmesi sonucunda doğmuştu. Herbert Spencer ise animizmin değil, atalara tapınmanın temel din biçimi olduğunu öne sürüyordu. Buna karşılık Andrew Log ve Wilhelm Schmidt gibi araştırmacıları bulguları, bazı ilkel toplumlarda “öncü tek tanrıcılık” adı verilebilecek bir tür yüce tanrı inancının da görüldüğünü ortaya koydu.

Uzakdoğu'nun bazı bölgelerinde nüfusun çoğunluğu birden çok dine bağlıdır. Çin, Kore, Vietnam dinleri Mahyana Budacılığı, Taoculuk, Konfüçyüsçülük ve halk dinlerini içerir. Japon dinleri Şinta dini ile Mahyana Budacılığıdır.

Dinsel konular Roma İmparatorluğu'nun yıkılışıyla 14. yüzyılda başlayan Rönesans arasında yer alan ortaçağda Resim ve Heykel'in yanı sıra Mozaik, İkona, İllüstrasyon ve kitap resimleri de görülürken, Rönesans'ta başlayarak en çok Hz. İsa, Meryem Ana ve Azizler'in yaşamına ve Hıristiyanlığa ilişkin konu (kutsal aile, kutsal konuşma vb.) ve söylenceler ele alınmıştır.

Hıristiyanlığın dışında Doğu'da Budacı sanat ile Mısır, Mezopotamya ve Hitit başta olmak üzere çeşitli uygarlıklar Mitozolerine dayalı yapıtlar da bu bağlamda değerlendirilir. İslam ise Minyatürlerdeki örneklerin dışında dinsel konuların betimlenmesi yerine Müslümanlık ile ilgili Hayat Ağacı gibi simgesel anlamlı örneklere yer verilmiştir.

Üçlü Bir Tek Tanrıcılık:
Hıristiyanlar yavaş yavaş Baba'dan Oğul'dan ve kutsal Ruh'tan oluşan tek bir tanrı anlayışını geliştirdi.

Hıristiyanlar tanrı gerçeğinin sırrına yavaş yavaş vardılar. Petrus'un İsa Peygamber'in gerçekte Mesih olduğuna gözleriyle görüp inanmasından ve Thomas'ın İsa Peygamber'in dirildiğine inanışından yola çıkan havariler ve halefleri zamanla herkesin anlayabileceği akılcı bir doktrin geliştirdiler. Teslis, yani İsa Peygamberin 3 ayrı kişiliğinde tek bir Tanrı'ya olan inanç, O'nun yaşadığı bazı olaylara doğar; vaftizi ve öldükten sonra Tablan dağında 3 havariye görünmesi İsa'nın güçlü kişiliği son olarak İstanbul konsilinde onaylanır.

“Tanrının tek oğlu gerçek Tanrı'nın doğmuş fakat doğrulmamıştır ve Ruhülkudüs babada askar ve baba oğul ile birlikte tapılır”.

İslam sanatı daima soyuta yönelmiştir. Bu yüzden geometrik unsurları tercih etmiş, tabiattan aldıklarını adeta “tabiatsızlaştırarak” almıştır. Bu durum sadece süsleme sanatını değil, minyatür sanatını açıklamak için de bize ipucu vermektedir. Kaligrafi, arabesk ve minyatür sanat kollarının gelişmesini sadece “tasvir yasağı” gibi puta tapmayı önleme gayesini güde bir tedbire bağlamak doğru değildir. Aslında İslam dünyasında tasvir, çok yaygın olmamasına rağmen, daima var olmuştur. Soyuta yönelişin arkasındaki itici güç, kanaatimizce, yukarıda temas ettiğimiz tevhit ve tenzih prensipleri olmuştur. Ve bu prensipler “dini sanat”ta da “din-dışı sanat”ta büyük bir ciddiyetle gözetilmiştir.

Sözü buraya getirmişken “dini sanat” hakkında bir noktaya işaret etmemiz yerinde olacaktır. Hemen belirtelim ki, İslam'da bir “dinin sanat”ın olup olmadığı hala tartışma konusudur. Hatta sanatın “dini olan” ve “dini olmayan” şeklinde ayrımının genel geçerliliği üzerinde bile görüş birliği yoktur. Bununla beraber, ayırımın pratik yararlar sağladığı da ortadadır. İnancın gereğini yerine getirme açısından bakıldığında, bir hamam ile bir cami aynı değildir; buna rağmen, bir hamamın mimari yapısı, tezyinatı vs.sinde sanatkarın (bir mümin olarak) psikolojisi birinci derecede rol oynamış olabilir. bir eserin “dini” veya “sivil” olması, sanatkarın psikolojisi açısından değil, eserin fonksiyonu açısından bir anlam ifade eder. Biz, “İslam sanatı” derken genellikle şunu anlıyoruz.

a) Dini bir görevin yerine getirilmesi gayesiyle ortaya konan eserler.

b) Dini düşünce, inanış ve duyguları anlatan söz, yazı, sembol, hareket, yapı v.s. Her iki gruba giren sanat varlıklarının estetik açıdan idrak ve taktir edilme imkanını, eserlerin muhtevalarından bağımsız olarak düşünebiliriz.

İslam sanatının bazı özellikleri hakkında yaptığımız bu açıklamaların gayesi, dini inancın sanat üzerindeki etkisine işaret etmektir. Her ikisi arasındaki ilişki, elbette zorunluluk ifade eden bir ilişki değildir. Sanat İslam'dan önce de vardı. Yine, kaligrafi, hüsn-ü hat vs. olmadan da İslam'ın inanç sistemi eksiksiz olarak mevcuttu. Ama bu durum, ne estetik hayatın inanç hayatı istikametinde ilerleyebildiği veya insanın iman tecrübesini takviye ettiği gerçeğini, ne de bazen sanatın inanca göre şekil ve muhteva kazandığı gerçeğini görmezlikten gelmemizi gerektirir.

Din ve Ahlak
Din ile ahlak arasındaki ilişkiye gelince o, din-sanat ilişkisine nispeten çok daha çık olarak görünen ve hayatımızı çok daha yakından ilgilendiren münasebettir. Bilindiği gibi vahye dayalı dinlerin ana gayesi, ahlaki bir toplum vücuda getirmektir. Hz. Muhammed'in “ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim” sözü, bu gayeyi gayet açık bir şekilde dile getirmektedir.

Din ile ahlak arasındaki münasebet de düşünce tarihinde genellikle iki şekilde ele alınmıştır. Dinden ahlaka doğru giden bir yol takip edilerek; ahlaktan dine bağlamakta ve böylece dini vasfı ağır basan bir ahlak anlayışına bir teolojik ahlaka kapı açmaktadır. İkinci yol ise, insanın ahlaki tecrübesinden hareket ederek ilahiyatı temellendirmeye ve bu şekilde ahlaki yanı ağır basan bir ilahiyata bir ahlak teolojisine kapı açmaktadır. İkinci yol, Kant'ın meşhur “ahlak delili” ile felsefe tarihinde ön plana çıkmıştır ki bu delili daha önce inceledik. Burada din-ahlak ilişkisinin genel durumu hakkında birkaç noktaya temas etmekle yetineceğiz.

Acaba insanın ahlaki bir varlık olmasını dine mi borçluyuz? Çeşitli şekillerde sorulan bu sorunun tarihi, felsefenin ilk dönemlerine kadar geri gitmektedir. “Dindarlık” diyordu Platon'un Euthypro'su “tanrıların gözünde değerli olan şeydir; dinsizlik ise değersizdir”. Buna bağlı olarak şöyle bir soru ortaya çıkmaktaydı: Acaba bir şey, Tanrı istediği için mi iyidir, yoksa o, iyi olduğu için mi Tanrı tarafından duyurulmuştur? Bu sorunun cevabı ile ilgili tartışmaya genellikle “Euthyphro tartışması”, yahut “Euthyphro dilemi” adı verilmektedir. Bu soru, birçok filozofa göre din ve ahlak felsefesinin baş problemidir.

Soruya verilen cevapları üç ana grupta toplamak mümkündür: Ahlakı dine dayandıran görüşler; ahlak ile dini iki ayrı (otonom) alan olarak gören görüşler; ahlak ile din arasında bir sebep-sonuç bağlantısı (kozal ilişki) görmemekle beraber başka türden ilişkilerin bulunduğunu kabul eden görüşler.

 
 
  72 ziyaretçi (82 klik)  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol