|
|
|
Kaybolmadan Gayb Olunmaz
Ayten Çalış Yağmur
Küçük bir çocuğun Luna Park’ta girip kaybolduğu bir labirent şimdi, beynimin tüm kıvrımları, bütün girinti ve çıkıntıları. Ellerinde içi su dolu kocaman helkelerle, birçok adam geziniyor şimdi, beynimin tüm sokaklarında. O kocaman helkelerle hummalı bir çalışma sergiliyorlar içimde. Beynimin tüm sokaklarını, herbir kıvrımını yıkıyorlar, hararet ve engin bir özgüvenle. Hepsi bir bilirkişi edasında, yıkıyorlar azim ile, sebat ile… Ama ya yürüyüp giderken bıraktıkları ayak izleri?
Güya yıkıyorlar ama, her yıkadıkları yeri de kendi kirli ayaklarıyla lekelemekten, pisletmekten geri kalmıyorlar. “Yıkadık!” dedikleri herbir noktanın üzerinden geçiyorlar, o çamurlu ayaklarıyla! Yıkanmak bu değildi sanki! Hızla çamurlanıyor, hızla kirleniyorum ben!
Kim bu adamlar, nedir ayaklarındaki bu çamur? Neden yıkanmayı, durulmayı umut ederken onlar yıkadıkça kirleniyor, çamurlanıyor zihnim, tüm bedenim? Neden bu ters akıntı? Nedir bu rahatsız eden çelişkinin sebeb-i mahiyeti?
“Yıkanma”yı, “temizlik”i, “olgunluk”u, “doğru bilgi”yi ve hatta “erdem”i bol keseden vaadeden, adeta bayram şekeri gibi zatıma sunan tüm otoriteler değil mi, beynimi yıkayan, yıkarken yıkan, yerle bir eden, kirleten bu küçük adamlar? Evet onlar! Ta kendileri! Din, bilim, gelenek, görenek, vs. vs. vs… Yanlış ezberlerle özüne aykırı düşürülen ve böylelikle gerçek tahtından edilen birçok sahte otorite…İnsanı yıkarken kirleten, “Yıkıyorum!” derken gerçekten “yıkan”, çamura gark eden, zaruri ve kokuşmuş ezberler içinde bırakıp hakikatin kıyısına düşüren tüm bu sanal otoriteler değil de ne?
“Yıkanmak” ve “yıkmak”, “kaybolmak” ve “gaybolmak” kelimeleri arasında gidip geliyorum şimdi ben. Ne var ki kelimeler arasındaki ses benzeşimlerinden çok öte bir med-cezir bu! Çok çok öte! Bir yıkanıyorum, bir yıkılıyorum. Bir kayboluyorum, bir gayboluyorum. Söküyorum, lafız denen cansız, ruhsuz jelatini dillerden! Birebir keşfin doruklarında geziyor, ellerimle tutuyor, gözlerimle görüyor, bazen onu göremeyecek kadar “o oluyorum”; işte ancak o vakitler “oluyorum”.
Beynimin içindeki bu küçük adamlar, kova kova suyu boca ederken tüm sokaklarıma, kocaman ve kirli ayak izleri kalıyor onlardan geri bana. Kocaman, kapkara ve herbir yanı çamur içinde bir sürü ayak izi. Onların ayak izleri, onların geçmişleri, adına geçmiş dedikleri hazır ve kokuşmuş reçeteleri, korkuları, bozulması zinhar imkansız ezberleri, yükleri…
Ben bu muydum? Milyonlarca spermin içinden o büyük yarışı birincilikle tamamlayıp “yaşam” denilen o sırlı ipi göğüsleyen ben! Ben bu kirli ayak izlerinden mi ibaret olacaktım! “Varoluş” denilen o sonsuz kutsiyetimi, bu kirli ayak izlerinin gölgesi altında kalmış ölü hayatlarla mı takas edecektim! İnsanlık mabedini o sonsuz semada yükseltmek, arş-ı alaya yüzvurmak varken, bu hayvandan da aşağı taklitçilerin ayakları dibinde can mı verecektim!
“Gel! En etkili temizlik ürünü bizde! En kuvvetli, en tesirli deterjan bizim!” diyerek haykırıp, her yoldan çıkmak isteyişimde yolumu kesenler, bu kocaman, kapkara ve çamurlu ayak izleriyle doldurdular beni. Evet, bunlarla doluyum ben. Hem o kadar doluyum ki, kendi gözlerimi, kendi ayaklarımı koyacak yerim kalmamış! Ayaklarım omuzlarımda yürüyorum. Buna yürümek denirse! Ve hatta sürükleniyorum o küçük adamların peşisıra, onların izlerinde! Gözlerimse her daim kapalı. Zira elime tutuşturdukları haritayı ezberden okumaya alışmış, alıştırılmışım ben. Göze ne hacet! Yolda izde gözleri görmeyen birini, elinde sopasıyla yönünü bulmaya çalışan bir amayı görünce acıyorum, üzülüyorum sözde! Gerçekten görsem, önce kendime üzülürüm elbet! O gözleri görmeyen ama, varolandan fazlasını kullanıyor belki, kim bilir? Ben daha olanı kullanmaktan bihaberim, acizim! Şair İstanbul’u dinlerken kapamış gözlerini. Tüm sesleri duyabilmek, tüm renkleri görebilmek adına kapamış. Ama ben İstanbul’u, dünyayı ve tüm kainatı elime tutuşturulmuş ezberden okumak için kapıyorum onları… Kapıyorum! Ben onları kapıyorum ya, ne kadar hastalık, ne kadar mikrop, ne denli virüs varsa, hepsini de kapıyorum. Çünkü elinde su dolu helkelerle bekleyen herbir küçük adama, her daim iteklemişler beni. Bu küçük adamlar, hazır ve kokuşmuş reçeteleriyle güya yıkamışlar, yüceltmişler, olgunlaştırmışlar beni. Ama aynaya baktığımda, tüm sokakları çamur içinde, milyonlarca ayak izi ile dolu birçok kurbandan biri olduğumu görmüyor muyum?
Görmek ve ben! Sahi o kapalı gözlerimle bunu görüyor muyum gerçekten? Belki hala görmüyorum ama, içimdeki gizli mahsende hapis kalmış biri, canlı, hayat dolu ama özgürlükten mahrum biri, kalbimi deli gibi tokmaklayıp, “Çıkar beni burdan!” derken fısıldıyor kulağıma sanki! Şifreler yavaş yavaş kırılıyor o an ve duyuyorum! Aslında “Sen seni çıkar oradan!”, “Aç o güzel gözlerini! Örümcek bağlamasınlar!” diyerek haykırıyor, tokatlıyor beni! “Aman Allah’ım! Gözlerim örümcek mi bağlamış benim! Nasıl olur!” diyerek feryad edecek oluyorum, derinimdeki mahsende hapis o hayat dolu, capcanlı ve özgürlükten mahrum adam alıyor kalbimi avuçlarına ve “Sobe!” diyor; “Seni gördüm!”…
Hemen şifreleri hatırlıyorum, onun bana “Seni gördüm!” demesi, benim aynada o örümcek bağlamış gözlerle yüzleşmem, “Ben beni, kendimi gördüm!” demem, teslim olmam anlamına geliyor! Fazlasıyla mahçup, yere indiriyorum o örümcek bağlamış gözleri ve tutup kalbimin üzerindeki o bir çift eli, çıkartmak istiyorum o gizli mahsenden. Hemen şimdi! Bir çırpıda! Asılıyorum, gelir gibi oluyor ama yine düşüyor. Yeniden daha kuvvetli asılıyorum, yine aynısı. Sonra yine bir kripto daha gönderiyor usulca, hemen fısıldayıveriyor kulağıma; “Önce yıkıyoruz derken yıkanları yık! Tamamen! Tüm sokaklarını gözyaşlarınla yıka, o kocaman, kapkara ve çamurlu ayak izlerini temizle, bu billur sularla! Hemen, şimdi diz çök! İlk kez tövbeyle tanış, gör kendi harabeni kendi aynanda! Değişsin dünyan baştan başa!”
Ah o beynimin tüm sokaklarında, ellerinde içi su değil irin dolu kocaman helkelerle cirit atan küçük adamlar, kendini dev aynasında gören küçücük adamlar! Ah onlar! Tüm taze ve yepyeni ruhları, zihinleri bir kurt gibi kemiren, sömüren, o asalak güruhlar! Onları tüm sokaklarımdan küreyip atmadan, kendi kalemi yeniden ve belki de ilk kez fethetmeden demek ki özgürlük yok ona! Yani bana, sana, tüm bir insanlığa…
Ah anneanne, dede! Ah anne, baba, öğretmenim! Sizler yıllarca Don Kişot olmamayı, yel değirmenleriyle savaşmamayı telkin edip durdunuz bana! “Sıradan çıkma!” dediniz, “Uslu ol!” dediniz, “Çığlık atma!” dediniz! Ve her yeni gün, her an, o küçük adamları o küçük bedenime doz doz enjekte ettiniz! Şimdi Don Kişot adında, kendi şahsına münhasır bir adam var, hala var, ama ben yokum! Örümcek bağlamış gözlerimi ara sıra araladığımda, deli gibi kalbimi tokmaklayan o adamı o gizli mahsenden çekip çıkaracak gücümü, kaynağımı aldınız benden! “Aman kaybolma!” deyip korkutarak, “kaybolma”, “gaybolma”, “kendi sırlarımı, kriptolarımı çözme” şansımı, imkanımı çaldınız benden!
Siz kaybolamadınız, “gayb”olamadınız yıllarca! Çünkü tüm ateşinizi söndüren, tüm rüzgarınızı sömüren o küçük adamlardan miras bir korkuyla, nefes almak ne kelime, altında ezildiğiniz dev bir külliyat, dev bir ezberle can çekişip durdunuz asırlarca! O korku dolu karanlığı, dev ezberi yarıp çıkan birkaç şövalye çıktı mı tarihten, önce “Haşa, sümme haşa!” dediniz geri çekildiniz korkuyla, sonra hakikat teslim aldı sizi, ayaklarına kapandınız, türbelerinde nöbetler beklediniz. Bana da türbelerde nöbet beklemeyi, yeni seferlere çıkmamayı, hep hesap yapmayı, risklere, tehlikelere girmemeyi emrettiniz ya, işte burada yollarımız ayrılıyor. Zira çocuklarımı, tüm ahfadımı, türbelere esir etmemek, “Don Kişot olamadım ama mirasyedi oldum anne baba! Mutlu musunuz şimdi!” diyen seslerini duymamak için yeni seferlere çıkmalıyım! Size ihanet etmiyorum, üzerimdeki emektar ellerinize, titrek gönüllerinize gölge düşürmüyorum! Asla! Ne var ki nasıl inanmadığı halde “İnandım!” diyenleri münafıklıkla suçlayıp, aşağıların en aşağısı sıfatıyla sıfatlandırırsınız siz, asıl gördüğü halde “Görmedim!” diyenleri, hakikati görmemezlikten gelip eski sözde emniyetli seyrine devam edenleri böyle bilmeli, böyle nitelemeliyiz işte! İyi bilin ki, eğer gördüğüm halde görmemiş gibi davranır, bu karanlık, sözde emniyetli, kolay ve kolay olduğu kadar da sakat yolu tutarsam, işte asıl o zaman gölge düşer o kutsi emeğinize, o titreyen gönüllerinize.
Bu öyle bir yol ayrımıdır ki, tüm yolları, tüm ayırımları siler. Potasında eritip, güzelleştirir tüm inatçı ruhları! Ben bu potada erimeye talibim ama, kendi ateşimle, kendi ayaklarım, kendi gözlerim, kendi kulaklarım, kendi ellerimle! Don Kişot olmadan, yel değirmenleriyle savaşmadan nasıl tanır, nasıl bilir ki insan, Don Kişot’u, kendi Don Kişot ruhunu? Örümcek bağlamış kendi gözleriyle aynada yüzleşmeden nasıl irkilir, uyanır, kendine gelir ki kişi?
Biliyorum, şimdi tüm kalelerinizi yüzyıllardır işgal altında tutan o küçük adamlar kulağınıza eğilip, “Klasik bir kuşak çatışması, cehaletini açığa vuran bir toy gençlik!” deyip, bulandıracaklar sularınızı. Ne var ki o suların bundan sonraki nesilde bulanmadan akması için siz o sese, o küçük adamların küçük hesaplarına kulak verseniz de, benim kendi rüzgarımın peşine koşmam, Kaf Dağı burnumun ucunda beni beklerken, bu küçük tepelere takılmamam gerektir. Şimdi bilirim ki o küçük adamlar, yine bu zaruri sözlerimi de kibir, asilik ve hamlıkla niteleyecek, onlardan başka bir şey duymaya alışmadığınız o talihsiz kulaklarınıza yapışacak, biteviye o çamurlu ayaklarından yadigar ezberlerini kusacaklar size. Ama ben, tüm ayırımları, tüm farklı güzergahları sinesinde eritip güzelleştirecek o sırra mazhar olmak, olabilmek adına ayrılmalıyım artık.
Aymalı ve ayrılmalıdır insan, tüm yürünmüş yollardan! “Yıkıyorum!” derken benliğinin tüm sokaklarını yıkan, tarumar eden o küçük adamlardan sıyrılmalıdır Ademoğlu! Adem olan “anlamalıdır” artık! Ve gerçekten “anlamak” için, aralamalıdır o örümcek bağlamış gözkapaklarını!
Başkalarının çamurlu ayak izlerinde değil, kendi dehlizlerinde kaybolmalıdır kişi! Kaybolmalıdır ki, “gayb”olabilsin! Bilmesi gerekene erebilsin! Kişi kendi dehlizlerinde kaybolmayıp, atalarından yadigar bir korkuya sarılıp kaldı mı, o sesi hiç duymaz olur artık! Zaman zaman kalbi deli gibi tokmaklayıp, “Sen seni kurtar!” diyen o ses, o can, o ab-ı hayat da kurudu mu, işte o vakit çürür Ademoğlu! Kendi dehlizlerinde kaybolup “gayb”olacağına, yürünmüş yollarda düğümlenip kalmamalıdır insan! “Gözün aydın ejdadım! Don Kişot olamadım ama mirasyedi oldum!” dememelidir ahfad! O ahfad ki, kılıç böğründe gazadan gazaya koşan bir ejdadın sürgünü! İnsana miras kalan yeryüzü hilafeti ise eğer, bu mirası hakedebilmek için kaybolmalıdır kendinde. Korkmadan, yürünmüş yollara sapmadan, bulanmadan, bağlanmadan kaybolmalıdır…
Ki gaybı merak etmek değildir asıl hüner!
Makbul olan odur ki,
kendi dehlizlerinde kaybolurken gaybolan bir beşer…
Sahte bir merakla “gayb”ın peşine düşme Ademoğlu!
Kendi derinlerinde,
“kendi ayaklarınla” kaybol ki,
gayb olasın,
“OL”ASIN…
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|